Kitap

 Efsane bisikletçinin hikâyesi 


Son Rampa

O, yüce bir dağa benzer.

Eteğinde yaşayanlar O'nu fark edemezler.
Bu dağın azametini kavrayabilmek için,
O'na çok uzaklardan bakmak gerekir.
Claude FARRER

BÖLÜM 1

Dağın eteklerindeki köye akşamın ayazı çökmüştü. Evlerde yemek hazırlıkları sürerken bacalardan çıkan dumanlar, sanki ay ışığında geceyle dansa durmuştu. Sırtını dayadığı duvarın sıcaklığında, gözlerini tüten bacalardan alamıyordu. Peş peşe üflediği avucundan çıkan nefesi, sanki bacalara nazire yapıyordu. Anasının sesiyle irkildi:
“Haylaz oğlan, donacaksın haydi yemeğe…”
Avlu girişinde ibrikteki suyla ellerini yıkadı. Ayağındaki lastikleri çıkarıp hızla kendini sobanın yanındaki mindere attı. Kuzinedeki patateslerin kokusu kaplamıştı içeriyi. Odayla mutfak arasında kadınlar adeta bir biriyle yarışıyordu. Sofra hazırlığı sürerken o sıcağında etkisiyle kıvrıldığı yerde uyuya kaldı.
Sofra hazır edildiğinde uyandırdılar. Yuvarlak tahta sini doluydu. Bir ayağını altına almış oturan dedesinin yanına sokuluverdi. Annesi her zamanki gibi, dumanlar çıkan çorba tenceresiyle en son oturandı. Önlerindeki kalaylı tabaklara sırasıyla çorbayı pay etti. Sadece kaşık sesi duyuluyordu.
Ağır bir kış geçirdi köy. Hazırlanan turşu, komposto ve reçeller giderek azaldı. Lahana aşının yanı sıra, kahvaltıda Lutenista denen kırmızıbiber, havuç ve domatesle yapılan salçayı çok seviyordu. Özellikle ete düşkündü. Hele mercimek otlu yahniye hiç dayanamazdı.
Evin en küçüğü olsa da akranlarından iriydi. İşten güçten kaçmazdı. Koca adamlarla baltayla odun kırma konusunda yarışırdı. “Haylaz!” diye anılmasının nedeniyse dik başlılığındandı. Ele avuca sığmaz, inanmadığı şeyi ona kimse yaptıramazdı. Haksızlığa tahammülü yoktu. Salt kendine değil, kavgalı, küs olduklarına bile yapılsa, anında karşı koyardı. Okulun da sevilen öğrencilerindendi.

Köyünün bulunduğu bölge su kaynakları açısından fakirdi. Bağ bahçe bir yana, evler için taşımada da iş gençlere düşüyordu. Yaz ayları çok sıkıntı çekilirdi. Özellikle hasat zamanı kavurucu sıcaklarda su getirme işi yarışma havasına dönerdi. Harman yerinde: “Bakalım testiyi en kısa sürede kim doldurup gelecek?” denmesi çocuklar arasında müsabaka havası yaratırdı!
Kızıla çalan saçlarıyla ‘Haylaz’ kendinden büyüklerden daha önce gidip gelişiyle şaşırtırdı herkesi. Yarışma ruhu sanki o günler başlamıştı. Dik kafalı, uzun burnuyla içine cin kaçmış çocuktu adeta.
İkinci dünya savaşının yaralarını, aradan geçen on yıla rağmen, özellikle Balkanlar, daha tam anlamıyla saramamıştı. Ülkelerin politikalarında sık yaşanan değişiklikler, sorunlara her geçen gün yenilerini ekliyordu.
Dünyada olan bitenle ilgili bilgi aldıkları tek kaynak, dedesinin gözü gibi baktığı, neredeyse onunla yatıp kalktığı transtörlü radyoydu. Ajans saati geldi mi evde çıt çıkmazdı. Dedesinin özenle frekans ayarlamasını dikkatle izlerdi. Dinlediği haberlerdeki Türkiye, özgürlük, vatan, millet, hür Amerika nutukları onu da çok etkiliyordu.

Son dönemde ülke çapında farklı etnik kökene sahip halklar arasında kutuplaşmanın yükseldiği haberleri kulaktan kulağa yayılmıştı. Alışılmışın dışındaki uygulamalar nedeniyle adli olaylarda artış gözleniyordu. Kimi bölge okulları, yayın organları kapatıldı. Beldeler birleştirilerek yeni adlarla il ve ilçe merkezleri oluşturuluyordu. Devlet yetkilileri yeniden yapılanma seferberliği başlatıldığı açıklamaları yapıyordu. 

Yüz elli bin Türk kökenlinin zorla göç ettirildiği haberleri gerginliği tırmandırdı. Büyük kentlerin yanı sıra ilçe ve beldelerde protesto eylemleri artmıştı.
Çeşitli bölgelerden gelen benzer haberlerin büyükler arasında tartışılmasını sessizce dinliyordu:
“Baskı giderek artacakmış?”
“İsim değiştirmeler hızlanmış!”
“Yeni yönetim yerimizden yurdumuzdan edecek!”
“Niye yerimizden olacağız? Buraların sahipleriyiz, bir şey yapamazlar!”
Osmanlı imparatorluğunca Anadolu’dan gönderilenler Balkanlarda büyük nüfusa sahipti. Karaman bölgesinden gelen köklü aileleriyle tanınan köylerinin nüfusu beş yüz haneye çıkmıştı. Büyüklerle bölgenin güvenlik güçleri arasında basit nedenlerden sert tartışmalar çıkar olmuştu. Bu topraklarda doğup büyümüşlerdi. Yüzlerce yıl kardeşçe yaşayanlar bağımsızlık kararını verip ülke yönetimini birlikte seçmemiş miydi?
Verimi artırmak, istihdamı yaygınlaştırmak adına başlatıldığı açıklanan uygulama, ekonomik durumu iyi olan ailesinin keyfini kaçırmıştı. Tüm köydekilerin tarla ve hayvanlarına el konuldu. Eğitimin yanı sıra, kimin nereye ne ekeceği, hangi araç gereci kullanacağından, mesleki kolhozlarda kimlerin çalışacağına kadar pek çok düzenlemeye gidilmişti.
 İtiraz edenlere karşı cezalandırmalarda keyfilikler yaşandığını, babası ile dedesi arasında geçen konuşmalardan anlıyordu. Oysa köyde ki çocuklar arasında etnik ayrımcılık yaşandığına hiç tanık olmamıştı. Evdeki sohbetlerde ülkeden kaçıp vatana gidenler olduğu söyleniyordu. Burası vatan değil miydi?
Günlerce zihnindeki sorulara yanıt bulmaya çalıştı. Daha on iki yaşındaydı.  Olan bitenleri algılayamıyordu! Arada babasına soruyor; ‘Aklının ermeyeceği işlere karışma. Daha küçüksün. Hele büyü bakalım!’ denilmesine içerliyordu.
Yaşı ilerledikçe içine düşen adlandıramadığı ateşinin giderek büyümesine engel olamadı. Kimseyle sorunu da yoktu. Düşler kuruyor, bunları kimseyle paylaşmıyordu.
Bağımsız olma düşüncesi yaşamının özüydü. Boyun eğmeyen, inandığından vazgeçmeyen karakteri başına işlerde açıyordu. Ailede sık sık tartışmaların konusuydu. Bulgar arkadaşına yapılan haksızlığa dayanamamış kendi akrabalarından birini dövmüştü. Karakolluk olduğunda da görevlilere diklenmişti:
“Siz kararı vermişsiniz! Daha ne konuşacağım?” deyip postasını koymuştu. Buralarda yaşamak istemiyordu.
Özgüveni yüksekti. Kendine has özellikleri vardı. Aklıyla vicdanı arasında kaldığında çoğunlukla galip gelen vicdanı oluyordu. Dışarıdan bakıldığında alıngan aksi bir genç görünse de duygusaldı. Bu durumu zayıflık olarak nitelendirdiğinden saklardı. İç dünyasındaki karışıklığa rağmen gözünü budaktan esirgemezdi.

Yakın köydeki akrabasının hastalandığı haberini alan dedesi, alnı beyaz kısrağı arabaya koşuyordu. Onunla gidebilmek için yapmadığını bırakmadı. Gelininin yalvaran gözlerle baktığını fark edince dayanamadı:
“Gelsin kerata!”
Zıplayıp bindi arabaya. Döşeklerden birini iyice öne çekip yerleşti. Gözü dizgindeydi. Dedesi koşumları bağlarken, kamçıyı eline aldı:
“Bırak onu, hayvanı ürkütme!”
İlk uyarıyı almıştı.
Annesi hediye olarak hazırladığı, meyve, sebze peynir ve turşuların bulunduğu çuvalları arabaya özenle yerleştirdi. Üzerlerini de brandayla kapattı. “Oğlum üşür, hasta olursun rüzgârdan. Şunu sırtına al!” deyip, getirdiği kabanı omuzlarına yerleştirdi.
Onun gözü dedesindeydi. Koşumla işini bitiren yaşlı adam soluklandı. Ellerini yıkayıp kuruladı. Yıllardır her sabah sabırla sardığı kuşağını düzeltip sakosunu aldı. Heybeti yürüyüşünden belliydi. Bıyıklarını sıvazlayıp tek hamlede haylazın yanına oturdu. At, acelesi varcasına homurdanıyordu.
Derenin üzerindeki tahta köprüden geçtikten kısa süre sonra, bahçesi söğüt ağaçlarıyla çevrili iki katlı evin önünde durdular. Dedesi atın gemini çıkarıp rahatlamasını sağladı. Dizgini ön tekere bağladı. Arabanın altında asılı kovayla dereden aldığı suyu ata verdi. Kısrak içerken ıslığa benzer ses çıkarıyordu. Yelelerini sallayıp kükredi. Rahatlamış olmalıydı.
Saman torbasını takıp yelelerini okşadı. Sakosunu düzeltti.  Eli yanına çektiği haylazın omzuna koyup seslendi:
“Kimse yok mu, biz geldik!”
Buyur edildiler. Kapıyı açanları selamlayan dedesiyle tahta merdivenden peş peşe ikinci kata çıktıklar. Pencere yanında yatakta oturan aksakallı adamı gördü. Dedesi:
“Selamünaleyküm Hafız Bey, gelmiş geçmiş olsun!” dedi.
“Hoş geldiniz sefalar getirdiniz? Torunu da getirmişsin maşallah, maşallah!”
Elini öptü. İçeride gülsuyu kokusu hakimdi. Rahlesi pencere davlumbazında duruyordu.
Üşütüp hastalandığını söyledi. Güler yüzlüydü. Kocaman taşlı kehribar tespihini çekerek konuşuyordu:
“Zekat toplamak için Deliceli’nin köyüne gittim, şifayı kaptım anlayacağın. Yaşımızdan dolayı ‘Şeyh!’ diyorlar ya, el ayak öpüp döşeği sermişler. Ne kadar iyi konuşursam o kadar çok zekât geleceğini düşünüyordum. ‘Allah Allah illallah. Yerin dibini, kızıl öküzün burnundaki sineği görüyorum. Allah Allah!’ diye höykürüyorum. Millet kendinden geçti.”
Çaylar getirilince soluklansa da kıkır kıkır gülüyordu. Haylaz gözünü ondan alamadı. ‘Ne güzel anlatıyor, masal gibi!’ diye düşündü. Merak içindeydi. Yaşlı adam:
 “Nere de kalmıştık?” deyince hemen atıldı:
“Höykürüyordunuz!”
Hafız Bey kahkahasından sonra anlatımını sürdürdü:
“Efendim yemekler hazırlanmış. Ev sahibinin oğlu, Şeyh’in hizmetine geçmek istediğini söylemiş. Adam da çok sevinmiş. Oğlan cemaatin sofrasına pilav üzerinde et, benim sofraya pilav koydu. Şaşırdım; ‘Bize bulgur da, oraya neden et?’ dedim. Allah seni inandırsın demez olaydım. Çocuk, ‘Yerin dibini, kızıl öküzün burnunda sineği görüyorsun da eti niye göremiyorsun’ demez mi? Meğerse derin Şeyh olup olmadığımı denemek için, eti pilavın altına gizlemiş!”
Haylaz gülerken yana devrilince, dedesi ile Hafız Bey’in kahkahası odayı kapladı.
Dönüş yolunda dede torun hikâyeyi birbirlerine anlatıp gülüyorlardı. Çok güzel geçmişti günleri.


BÖLÜM 2

Dedesinin ani ölümü onu çok sarstı. Günlerce konuşmadı. Yemeden içmeden kesildi. Sıkça mezarına gidip konuşur olmuştu:
“Koca dedem, beni bırakıp gittin. Denizleri, o seninle radyodan dinlediğimiz şarkıların söylendiği yerleri görmek istiyorum. Bir yolunu bulacağım merak etme. Buralarda durmayacağım. Evdekiler duysa karşı çıkar. Sırdaşımsın, bunları yalnız sana söylüyorum bilesin!”
Saatlerce mezarın yanına uzanıp gökyüzünü seyrediyor, toprağına sarılmış olarak uyandığı oluyordu.
Babası aile üzerindeki otoritesini artırmıştı. Evin tek erkek çocuğu olması nedeniyle üzerine fazla gidilmiyordu. “Aman ha delilik yapıp kaçar falan! Başına dert açması yetmez, hepimizi yakar!” diye tembihlenen annesi, gönlünde biri olup olmadığını soruyordu. Erken yaşta baş göz ederek, onu buralarda tutabileceklerini hesaplıyorlardı.
Sosyal hayattan kopmasa da, dede yadigârı radyo, tek dostuydu. Haberleri her dinleyişinde içindeki adlandıramadığı rüzgâr fırtınaya dönüşüyordu. Doğduğu ülkeden gidebilmenin yollarını arıyordu. Elini kolunu sallayıp gidemezdi ya.  Devletten önce, ailesinin izin vermeyeceğinin bilincindeydi.
Kafasına koymuştu. ‘Kırık aksanımı geliştirip, kelime dağarcığımı artırmalıyım!’ diyerek Türkçe ne bulursa eline ne geçerse, gizlice okuyordu. Kahveye sık gider olmuştu. Köşede oturup dikkatle dinliyordu. Bulgarca yoğun olarak konuşulsa da o, ısrarla Türkçe konuşmaya gayret ediyordu. Soruları, yanıtlarıyla şaşırttığı kendinden büyükler, bu durumunu haylazlığına yoruyorlardı.
Arayışı sürüyordu. Yolunu bulmalıydı gidebilmenin. Düşündükçe sabah olmuyor, olduğunda da onu uyandırmaları soruna dönüşüyordu.
Sanatçılarla sporcular yurt dışına rahatlıkla gidip gelebiliyordu. Tiyatroyu, sinemayı sevmesine rağmen yeteneğinin olmadığını düşünüyordu. Müzikle arası iyi değildi. Balkan türküleri hoşuna gitse de söylemekten utanırdı. Sesini güzel bulmazdı. Sadece korkusunu yenmek için dedesinin mezarına giderken mırıldanırdı.
Köyünü de kapsayan Deli Ormanlar güreşçileriyle ünlüydü. Dünya çapında isimler çıkmış şampiyonluklar kazanmışlardı. İyi güreşçi olup atalarının geldiği ‘Vatan’ topraklarına gidebilme düşüncesi uykularına giriyordu. Denemeliydi. Okul güreş takımı antrenmanlarına katılmaya başladı. Güçlü kuvvetliydi. Akranlarını yeniyordu.
Ailesi teşvik edip desteklese de içine sinmemişti. Ülke genelinde çok sayıda güreşçi vardı. En başarılı olanlar arasından ulusal takım seçiliyordu. Ağır antrenmanlar değildi onu düşündüren; uzun yıllarını almasını istemiyordu.
Son dönemdeki dalgınlık ve durgunluğu, salt ailesinin değil, kız arkadaşının da dikkatini çekmişti:
“Ne o, dalıp gidiyorsun!”
“Sana öyle geliyor!”
“Birisi mi var yoksa?”
“Git işine yahu. Nereden çıkarıyorsun bunları? Dedem geliyor aklıma, alışamadım yokluğuna!”
“Olur böyle şeyler. Bende anneannemi çok özlüyorum!”
 Sonradan kendi yalanına kendi gülüyordu. Arayışı hep sürdü.


BÖLÜM 3
      
Bölgede bisiklet yarışları yapılacağı haberini okulda aldı. Tanımlayamadığı sevinç kaplamıştı içini. Komşularının bisikletinde düşe kalka öğrenmişti sürmesini. Habersiz alıp kaçtığı için az mı dayak yemişti babasından!
Yarış haberi çok heyecanlandırmıştı.
Tarih kesinleşince afişler asıldı, duyurular yapıldı. Okulda, mahallede gençler arasında bisikletten başka şey konuşulmaz olmuştu. ‘Ne yapıp edip bu yarışa katılmalıyım!’ diye düşünse de, babasından çekiniyordu. Çareler aradı. Olup olmadık şeylere kızma hali annesinin dikkatinden kaçmadı.
Gözünden sakındığı, ailenin geleceği evladına toz kondurmadan, ‘Delikanlı oluyor artık. Biri onunla konuşmalı!’ diyordu kendi kendine. Damadı geldi aklına. Gençti, en iyi o anlardı durumundan!
Akşam yemeğinin ardından damadının dışarı çıkmasını fırsat bildi:
“Oğlum bir şey isteyeceğim senden!”
Evin sundurmasının altında, sigara içmekte olan damat toparlandı. Saygıyla:
“Buyur anne, ne yapabilirim senin için?” dedi.
“Haylazı gördün değil mi? Yemek bile yemedi. Yine sesi soluğu çıkmıyor, sıkıntısı olmalı. Seni sever. Bize söylemediği şeyler olabilir. Bir konuşsan!”
İçeriden çayın hazır olduğu haberi gelince Damat:
“Çayımı getirsin de konuşayım!” dedi.
Elinde çay bardağıyla geldi. Suratı asık, omuzları düşüktü!
“Ne o, iyi ki çay getirdin, ne bu tafra!”
“Yok be enişte!”
“Kerata seni tanımam mı? Hayırdır kızla bir durum mu var? Oğlum delikanlı adamsın. Benimle konuşmayacaksın da kiminle konuşacaksın?”
Öyle içten söylemişti ki, Haylazın yüzü gülümsedi, gözleri parladı:
“Eniştem sen bir tanesin!”
İyice meraklanmıştı damat: ‘Annem haklıymış, bir sıkıntısı var anlayacağız’ dedi içinden. Sessiz kaldı. Konuşmasını bekliyordu yanılmadı:
“Eniştem, aslan eniştem!”
“İyi yahu deyi ver neyse. Ha bire enişte enişte! Başka laf yok mu aslanım?”
“Bisiklet yarışları yapılacakmış enişte!”
“Biliyorum konuşuluyor. Bizim kolhozun panosuna da asmışlar, gördüm afişini!”
“Diyorum ki!”
Sustu. Bir süre konuşmayınca eniştesi çıkıştı:
“Ne diyorsun aslanım? Adamı fıtık edersin vallahi. Söyleyiver!”
“Yarışlara katılmak istiyorum!”
“Eeee katıl!”

“Katıl da nasıl katılayım? Bisikletim yok. Babama desem vallahi sırtımda kırk dal kırar. Bana yardım et. Söz bak kazanacağım kupayı. Senin tanıdıkların vardır eniştem. Bisiklet bulalım!”


İçeriden öksürük sesi gelince sustu. Babası duymamalıydı. Yalvaran gözlerle baktı. Sigarasından son nefesini çeken eniştesi izmariti yere basıp söndürdü:
“Yarın bir bakarız!” dedi.
Haylaz fırladı omzuna çıktı. Yere göğe sığamıyordu:
 “Canım eniştem. Söz veriyorum, kupayı alıp sana vereceğim. Aha buraya çiziyorum!” dedi.
Evin duvarına eliyle belli belirsiz üç çizgi çizdi.
Sabahı zor etti. Her zamankinin aksine herkesten önce kalktı. İçi içine sığmıyordu. Aksilik olmasın diye, dedesinden öğrenebildiği tek duayı yarım yamalak mırıldanıyordu.
Kahvaltının ardından soluğu eniştesinin evinde aldı. Tarım çiftliği olan kolhoz da şefti. Onu kapıda yakaladı. İşe gidiyordu çantasını kaptı:
“Ben taşırım!” deyip yola fırladı.
Arkasından baka kaldılar.
Neşe içinde ki Haylaz durup durup soruyordu?:
“Bisikleti buldun mu?”
“Ne zaman bulacaksın?”
Gülümsüyordu yanıt vermeksizin.
“Tanıdığın yok mu?”
Bu durum kolhozun kapısına kadar sürdü. Yol boyunca konuşmayan eniştesi:
“Şimdi sen git, akşama görüşürüz. Uslu ol, haber bekle!” dedi vedalaşırken.
Eve kadar koştu.
“Kimden bulacaktı? Ya bulamazsa!”
Sorular kafasında dans ediyor, olumsuzları aklından hemen çıkarıyordu.
“Eniştem benim, ne yapar eder bulur!”
Tek inandığı, sığındığı sözcüğü buydu.
Düşündüğü gibi de oldu. Ekonomik durumu iyi olan eniştesi, mesai bitimi, elinde bisikletle çıka geldi. Kalbi duracaktı. Dili damağına dolaştı. Gözünü alamıyordu:
“Hadi bakalım, işte bisiklet! Bak söz verdin yarışı kazanmazsan geri alırım!”
Ne diyeceğini şaşırdı.
Kaptı bisikleti, iki tur attı evin önünde.
Selesi yüksekti, frenleri ayarsız. Ama o farkında değildi.
Eniştesi:
“Şimdilik bizde kalsın, baban duymasın. Okuldan çıkınca gelir binersin. Akşam da bırakırsın. Yarış kaydını ben yaptıracağım!” dedi.
Her sabah erkenden geliyor, eniştesiyle işe kadar bisikletle gidip yalnız dönüyordu. Bir hafta boyunca neredeyse bisikletten hiç inmedi. Öyle özgür hissediyordu ki dağ tepe gitmedik yer bırakmadı. Defalarca düştü, yılmadı. Tek korkusu babasıydı. Ona görünmemek için elinden geleni yaptı.
Pazar günü daha erken kalktı. Babası camiye gitmişti. İçi içine sığmıyordu. Pantolonunun altına anasının yaptığı el örmesi siyah içliğini, onun üzerine de şort giymişti. Sırtında palto, kafasında kalpakla soluğu eniştesinin evinde aldı. Kahvaltının ardından bisikletinin son ayarları yapılırken gözünü alamıyordu.
 Yarışın yapılacağı komşu köye bisikletle gittiler. Yol boyunca hiç susmadı:
“Enişte nasıl yarışılacak?”
“Ne yapmalıyım?”
“Çok mu bisikletçi var?”
“Yollar nasıl?”
“Kazanırsam para verecekler mi?”

Köy meydanına doğru tepeden aşağıya sallandıklarında kalbi duracaktı. Kalabalığı gördü, yaklaştıkça uğultular artıyordu. İlk kez böyle ortama tanık oluyordu. Yüzlerce kişi gelmişti civardan. Çok güzel bisikleti olanlar vardı. Gözlemliyor, yerinde duramıyordu.
Önce büyüklerin yarışı yapıldı. Kalabalık hâlde çıkan bisikletçilerin dönüşü hiçte öyle olmamıştı. Gelen beş kişilik grup bitiş çizgisini geçtiğinde, kimin birinci olduğunu anlayamadı.
Kan ter içindeki halleri gözünü korkutmuştu. Yara bere içinde olanlar vardı.
Alkışlar ıslıklar eşliğinde birinciyi omuzlar üzerinde gördü. Az önce konuşamayacak haldeki sporcunun, gözlerindeki ışıltı ona yetmişti. Başarı böyle kazanılıyordu.
Yeni anonslar başladı. Sıra onun katılacağı yarışa gelmişti. Megafonla bağıran adam yarışa katılacakların isimlerini okuyordu. Kalbi öyle hızlı çarpıyordu ki heyecandan. Pantolonunu, kalpağını çıkarırken adı okundu.  Kullanacağı sırt numarasını eniştesi, kazağının arkasına çatal iğneyle tutturdu. Şimdi sporcuya benzediğini düşündü. Renkli bisiklet şapkası olanlar daha popülerdi sanki!
Onun yaş gurubunda katılanlar öncekilerden daha çoktu. Çıkış çizgisinde önü tecrübeliler kapmıştı. Aynı formaları taşıyanlar ardı ardına sıralanıyorlardı. Tanışan farklı takımlardan rakipler selamlaşıp tokalaşıyordu. Birbirlerine yer açanlarda vardı.
Deneyimli olanlar davranışlarından belli oluyordu. İtiş kakış arasında o gerilerde kalmıştı. Bacakları titriyordu. Yanı başındaki eniştesi sırtını sıvazlayıp moral verdi:
“Köyden sadece sen varsın, ona göre. Kafana koyduğunu yaparsın. İnancını kaybetme, göster kendini aslanım!”
Ona güvenen biri yanı başındaydı. Utanmasa ağlayacaktı. Çişi geldi ne yapacağını şaşırdı. Bisikletini bırakıp koştu.  Bir ki damla işeyebildi. Nefes nefese geri geldi. Bisikletini bacaklarının arasına aldı. Ayaklarındaki titremeyi durduramıyordu. Yine çişi geldi. Şaşkındı. Tekrar gidemezdi. Peş peşe anonslar yapılıyordu. Bağırış çağırış arasında tabanca patladı. Alkışlar eşliğinde gurup hareket etti.
Önünde yüzlerce bisikletli gidiyordu.  Yolun tamamına yayılmışlardı. Hızlandıkça hızlandılar. Canı burnundaydı. Nefes nefese pedal basıyordu. Kilometreler geçildikçe parçalanmalar başladı. Üçlü, beşli, onlu guruplar. Birer birer önündekileri geçmeye başladı.  Hırsı giderek arttı. Heyecandan eser kalmamıştı. Kaç kişiyi geçti bilmiyordu. Çukurlar, taşlar, yolda düşenler…
O kendini kaptırmış çevirdikçe çeviriyordu pedalı. Çorabından sıyrılan içliğin paçasını, zincire takılmaması için yukarı doğru sıyırdı. İnişlerde hızından dolayı zor anlar yaşadı. Rampalarsa en zor yerlerdi. Nefes alamaz hale geliyor, gözü kararıyordu. Yol kenarında seyirciler kovayla su fırlattığında canlanıyordu. Alkışlandığı yerlerde güçlükle gülümsemeye çalışıyordu. 
Nasıl yarıştı bu?
Daha önünde kaç kişi vardı, bilmiyordu. Durmadan çevirdi.
Bayrakların sallandığı bitiş yerine tek başına gelmişti. Bayılacaktı yorgunluktan, ayakta zor duruyordu. Göğsü demirci körüğü gibiydi, kulakları zonkluyor, gözlerini yerinden çıkacak sandı.
Eniştesi yüzüne su serpti. Bir şeyler söylüyordu ağzı kulaklarında ama, o duymuyordu. Yere oturttular. Yüzü pancarlaşmıştı, ağzında kan kokusu vardı. İlk kez çaresiz hissetti kendini. Öleceğini düşündü.
Siyah kazağından fışkıran ter, üzerinde kurudukça tuzu beyaz izler bırakıyordu. Ağzından burnundan akanlarsa, çenesine boynuna sıvanmıştı. Eniştesinin yüzündeki bitmeyen gülümsemeye anlam veremiyordu.
Bir süre sonra nefesi normale döndü. Sesleri duyabiliyordu. Ne olup bittiğini kestirememişti. İsmi anons edildiğinde eniştesiyle göz göze geldi:
“Ne duruyorsun kerata? Seni çağırıyorlar, kazandın koçum. Git al kupayı!”
Sarmaş dolaş oldular. Yerden kaldırılırken yüzünü gözünü eniştesi siliyordu. Alkışlara arasında kürsüye doğru ilerlerken, bazı bisikletçilerin kıskançlık içinde baktıklarını fark etti. Seyircilerden sırtına vuranlar, başını okşayanlar vardı.
Sanki rüyadaydı.  Kürsüde önce üçüncü, ardından ikinci ve ortadaki en üst yerde de o yer aldı. Boynuna çelengini takan kız yanaklarından öptü. Önce madalyasını, ardından alkışlar arasında kupayı aldı. Defalarca fotoğrafı çekildi.
“Bu çocukta iş var!”
“Hangi takımdan?”
“Bu kadar iyi adamı nasıl geçti, anlamak mümkün değil!”
Övgü dolu sözler işitiyordu. Çektiği acılardan eser kalmamıştı.
Yakındaki lokantaya girdiklerinde içeride bulunanlar ona bakıyordu. Kendine erik rakısı ona ise makarna siparişi veren eniştesi:
“Hâlâ inanamıyorum, herkesi şaşkına çevirdin. Kaç kişi sordu seni biliyor musun?”
Servisi yapan garson kadın yanağını okşadı gülümseyerek. Tanımadığı kişiler meşrubat ısmarladı. Mahcup ifadeyle bakarken, tabanlarının acısını hafifletmek için topuklarına basıyordu.
Eve doğru eniştesi bisikleti sürerken o, ortada kadro üstünde elinde kupasıyla oturuyordu. Yorgunluğunu, yarış boyunca çektiklerini unutmuştu çoktan.  Lokantada ki durgunluğundan da eser kalmamıştı. Ha bire konuşuyordu:
“Enişte demedim mi sana kazanacağım diye! Lastiğim patlayacak, bisiklet bozulacak diye çok korkmuştum. Yine olursa yarışacağım. Tamam mı, sana diyorum!”
Türküler söyleyerek geldikleri evin önünde ne yaşayabileceklerinden ikisi de habersizdi. Kapı önünde sandalyeye kurulmuş babası, kahvesini yudumluyordu.
Bisikletten atlarcasına indi. Eniştesi olacakları kestirmişti. Sessizce bisikleti duvara dayarken o, boynunda madalyonu gösterircesine göğsünü kabartarak gururla kupayı babasına uzattı:
“Kazandım hepsini geçtim!”
Kaşlarını çatmış babası oralı bile olmadı. Fincanı yere bıraktı.  Haylaz bir şeyler söylemesini umarken, suratında patlayan tokatla sarsıldı. Kupası yere düştü. Kıp kırmızı geçen yanağını tuttu acıyla. Gözünü yerdeki kupadan alamıyordu. Ne hayaller kurmuştu oysa.
Öfkeden iyice kararan babası:
“Soysuz sıpa, ayağındaki lastiği yeni almıştım, parçalamışsın. Senin işin gücün zarar vermek!” diye kükreyip sundurmada asılı baltayı kaptı. Bisikleti parçalayacaktı. Damadı ve kızı araya girip güçlükle engel oldu. Burnundan soluyordu:
“Damat seninle sonra konuşacağız!” deyip yürüdü gitti.
Haylaz, yerdeki kupasının yanına diz çöktü. Kendini tutamadı hüngür hüngür ağlıyordu.
O gece eniştesinde kaldı. Kupası başucunda uyudu. Uykusunda kaç kez hıçkırarak ağladı. Ablası su verdi, yanında yattı. Sabaha kadar iç geçirdi.
Ertesi gün eniştesi o uyanmadan işe gitmişti. Yediği dayağı, işittiği lafları çoktan unutmuştu. Atladı bisikletin üstüne, sürdü Varna yollarına.

Babasının “Şeytan icadı!” dediği bisiklet denen alet, onu özgürlüğüne götürecekti. Soysuz ölmektense sonsuz yaşam güzeldi. Yaşarken mutlu olmalıydı inanıyordu buna. Hayalleri vardı, nasıl teslim olurdu zamana.
DEVAM EDECEK

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.